“Bana geldiğin şekliyle seni karşılarım.”
Tanrı üzerine bir şeyler düşünmek istiyorum.
Tanrı herkes için bir anlam, değer taşır. Her bir kişi, inanan onunla farklı ilişkiler kurar. Benim için çok özel bir yeri var; çünkü ben O’nun uzun zamandır “çifte kayıp” çocuğuydum. Küçüklüğümden itibaren bana öğretilen Tanrı’yı bir kaç sene içinde düşüncelerimin içinde tartmış, biçimlendirmiş; sonra da terk etmiştim. Bunu neden yaptığımı şimdi çok güzel görebiliyorum, belki o zamanlar bir hevesti, bir düşünme biçiminin içinde zorunluluktu; ya da gerçekten o tanıtılan varlık ciddi anlamda korku yüklüydü ve yaklaşmak imkansızdı. Varlığını inkar etmek bir anlamda “ben seninle ilişkide olmak istemiyorum” demek anlamına geliyordu. Gerçekten de yüreğimin bir yerlerinde inkar ettiğim varlığın benden çok uzaklarda bir yerlerde olduğunu da biliyordum, sanki.
Bize öğretilen Tanrı gerçekliğini burada açmak istemiyorum. Çünkü hem provokatif bir yönü vardır hem de burada yazmak istediğim şeyin ötesindedir. Benim ilişkimi belirleyen negatif unsurların sonucunu söylemiş oluyorum, sadece.
Sonra uzun bir arayış dönemine girmiş bulundum. Aradığım şey gerçekti. Belki daha doğru anlamıyla söylemem gerekirse “hâkikat.” Hani Simyacı romanında anlatılan bir öykü vardır; çobanın biri kendisine söylenen hazineyi bulmak için yaşadığı yeri terk edip, uzun bir yolculuğa çıkar. Başından bir sürü macera geçer ve sonunda varmak istediği yere geldiğinde aradığı şeyin yola ilk çıktığı yerde olduğunu fark eder; ya da ona böyle bir bilgi verilir.
Hakikate ulaşmak için gitmemiz gereken bir yol varsa, kim ne derse desin siz onun üzerine bir yolcu olarak çıkarsınız. Bir çok kişi size o yolun faydası olmadığını söylese dahi dinlemezsiniz. Çünkü herkes içindeki arayışın sonuçlarını kendisi deneyimlemelidir. Bütün yol hikayeleri böyle başlar.
Çalıkuşu’nda anlatılan şey de çok farklı anlamıyla böylesi bir farkındalık yolculuğu değil midir?
Baba ocağını terk edecek, yollaraca çıkacak, oralarda karşınıza çıkan kişilerin her türlü etkisine maruz kalacaksınız. Paralarınızı kaybedecek, yıllarca belki de en olmadık işlerde çalışmak zorunda kalacaksınız. Oysa babanız size küçük de olsa bir ev sunmuştur.
Ruhun böyle bir arayışı vardır. Bu onun doğasındandır. Ruh aldığı her bedende bir başka şeyi deneyimlemeyi sürdürüp, macera yaşayacaktır. Yol karmaşık olduğu gibi, tehlikelerle doludur. Ruhun bu hareketliliğinin de bir sebebi olduğu kesin. Aslında Baba ocağı dediğimiz yer; Tanrı’nın Evidir.
Bilgeler, kendilerinin etrafında olan çömezlerinin yaptığı her türlü aktiviteyi normal karşılarlar. Hatta onların yaşanacak her türlü pratiği yaşamaları için “dünyanın içine” bırakırlar. Başlarına gelen her şeyi de bilgelik dolu tebessümleriyle karşılarlar. Çömezin pişmesi için ateşte kalması gerekiyordur. Onların içlerindeki kibirin yok olması için de en aşağı seviyedeki işleri yapmalarına göz yumarlar. Bu bir tarafın bilgelik içinde gözlemleyip, diğer tarafın çoğu zaman hiç anlamadığı bir süreçtir. Taptuk Emre’nin kapısına dayanan Yunus’un çilesi bir türlü bitmez.
Ruhumun çıkmış olduğu yolculuk, benim Tanrı’yı ilk kaybedişimdir. Ev’den uzaklara çıkmışımdır. Girdiğim her yol bana yeni bir Tanrı imajı öğretmiştir. Hiçbirinde Evim’de aldığım o ilk Sevgi’yi hissedemediğim ve içimi doldurmayan bir şey olduğu için yeni bir arayış başlayacaktır.
Ama her terk edişte O’na biraz daha yaklaştığımın da farkına varıyordum. O da bana cevap veriyordu:
“Bana geldiğin şekliyle seni karşılarım.”
Bu cevap bir şekilde beni zorlayacaktı. Tanrı’yı kendim mi yaratacaktım? Bu anlam vardı, bana gelen sesin içinde. Belki yolun en başında böylesi bir şey duymuş olsam, hemen büyük bir hevesle istediğim şekli verebilirdim. Ama gelip geçtiğim süreçler beni farklı hissetmeye sevk ediyor, başka ilhamlar veriyordu.
Aydınlanmış her ruh, her şeyin farkındadir. Ya yaşamıştır ya da bir şekilde onu anlamıştır; anlamlandırmıştır.
Aydınlanmış Ruh öncelikle kendi Öz’ünün farkındadır. Ne olduğunu bilir. Kendi özü ona Tanrı’nın Doğası konusunda da bir fikir verir. İnsan içinde taşıdığı şeyi doğru görebiliyorsa o zaman Tanrı’ya da doğru şekli verecektir. Kuşkusuz...
Bu benim ilk yola çıktığım yerdeki fikrimle de uyumluydu.
Bana öğretilen Tanrı’ya, o şekliyle yaklaşamıyordum. Bu belki de verilen değerlerin benimle uyumlu olmadığı anlamı da taşıyordu. Ruhuma ters gelen şekliyle ilişki kuramıyordum. Oysa bu şekilde de tanımlamak, belki de Tanrı’ya ulaşmak mümkündü. Çünkü Tanrı, ne şekilde gelirsen gel seni o şekilde karşılarım, diyordu.
Bugün içimi dolduran huzur benim Tanrı’dan aldığım ilhamın eseri. İçimde fark ettiğim ışığın Tanrı’dan kaynaklandığını biliyorum. Bu aslında yeniden Ev’e dönüş demek. Bunca yorgunluktan sonra, aradığım şeyi, ilk yola çıktığım yerde buluyorum. Bilmek beni özgürleştiriyor.
Tanrı herkes için bir anlam, değer taşır. Her bir kişi, inanan onunla farklı ilişkiler kurar. Benim için çok özel bir yeri var; çünkü ben O’nun uzun zamandır “çifte kayıp” çocuğuydum. Küçüklüğümden itibaren bana öğretilen Tanrı’yı bir kaç sene içinde düşüncelerimin içinde tartmış, biçimlendirmiş; sonra da terk etmiştim. Bunu neden yaptığımı şimdi çok güzel görebiliyorum, belki o zamanlar bir hevesti, bir düşünme biçiminin içinde zorunluluktu; ya da gerçekten o tanıtılan varlık ciddi anlamda korku yüklüydü ve yaklaşmak imkansızdı. Varlığını inkar etmek bir anlamda “ben seninle ilişkide olmak istemiyorum” demek anlamına geliyordu. Gerçekten de yüreğimin bir yerlerinde inkar ettiğim varlığın benden çok uzaklarda bir yerlerde olduğunu da biliyordum, sanki.
Bize öğretilen Tanrı gerçekliğini burada açmak istemiyorum. Çünkü hem provokatif bir yönü vardır hem de burada yazmak istediğim şeyin ötesindedir. Benim ilişkimi belirleyen negatif unsurların sonucunu söylemiş oluyorum, sadece.
Sonra uzun bir arayış dönemine girmiş bulundum. Aradığım şey gerçekti. Belki daha doğru anlamıyla söylemem gerekirse “hâkikat.” Hani Simyacı romanında anlatılan bir öykü vardır; çobanın biri kendisine söylenen hazineyi bulmak için yaşadığı yeri terk edip, uzun bir yolculuğa çıkar. Başından bir sürü macera geçer ve sonunda varmak istediği yere geldiğinde aradığı şeyin yola ilk çıktığı yerde olduğunu fark eder; ya da ona böyle bir bilgi verilir.
Hakikate ulaşmak için gitmemiz gereken bir yol varsa, kim ne derse desin siz onun üzerine bir yolcu olarak çıkarsınız. Bir çok kişi size o yolun faydası olmadığını söylese dahi dinlemezsiniz. Çünkü herkes içindeki arayışın sonuçlarını kendisi deneyimlemelidir. Bütün yol hikayeleri böyle başlar.
Çalıkuşu’nda anlatılan şey de çok farklı anlamıyla böylesi bir farkındalık yolculuğu değil midir?
Baba ocağını terk edecek, yollaraca çıkacak, oralarda karşınıza çıkan kişilerin her türlü etkisine maruz kalacaksınız. Paralarınızı kaybedecek, yıllarca belki de en olmadık işlerde çalışmak zorunda kalacaksınız. Oysa babanız size küçük de olsa bir ev sunmuştur.
Ruhun böyle bir arayışı vardır. Bu onun doğasındandır. Ruh aldığı her bedende bir başka şeyi deneyimlemeyi sürdürüp, macera yaşayacaktır. Yol karmaşık olduğu gibi, tehlikelerle doludur. Ruhun bu hareketliliğinin de bir sebebi olduğu kesin. Aslında Baba ocağı dediğimiz yer; Tanrı’nın Evidir.
Bilgeler, kendilerinin etrafında olan çömezlerinin yaptığı her türlü aktiviteyi normal karşılarlar. Hatta onların yaşanacak her türlü pratiği yaşamaları için “dünyanın içine” bırakırlar. Başlarına gelen her şeyi de bilgelik dolu tebessümleriyle karşılarlar. Çömezin pişmesi için ateşte kalması gerekiyordur. Onların içlerindeki kibirin yok olması için de en aşağı seviyedeki işleri yapmalarına göz yumarlar. Bu bir tarafın bilgelik içinde gözlemleyip, diğer tarafın çoğu zaman hiç anlamadığı bir süreçtir. Taptuk Emre’nin kapısına dayanan Yunus’un çilesi bir türlü bitmez.
Ruhumun çıkmış olduğu yolculuk, benim Tanrı’yı ilk kaybedişimdir. Ev’den uzaklara çıkmışımdır. Girdiğim her yol bana yeni bir Tanrı imajı öğretmiştir. Hiçbirinde Evim’de aldığım o ilk Sevgi’yi hissedemediğim ve içimi doldurmayan bir şey olduğu için yeni bir arayış başlayacaktır.
Ama her terk edişte O’na biraz daha yaklaştığımın da farkına varıyordum. O da bana cevap veriyordu:
“Bana geldiğin şekliyle seni karşılarım.”
Bu cevap bir şekilde beni zorlayacaktı. Tanrı’yı kendim mi yaratacaktım? Bu anlam vardı, bana gelen sesin içinde. Belki yolun en başında böylesi bir şey duymuş olsam, hemen büyük bir hevesle istediğim şekli verebilirdim. Ama gelip geçtiğim süreçler beni farklı hissetmeye sevk ediyor, başka ilhamlar veriyordu.
Aydınlanmış her ruh, her şeyin farkındadir. Ya yaşamıştır ya da bir şekilde onu anlamıştır; anlamlandırmıştır.
Aydınlanmış Ruh öncelikle kendi Öz’ünün farkındadır. Ne olduğunu bilir. Kendi özü ona Tanrı’nın Doğası konusunda da bir fikir verir. İnsan içinde taşıdığı şeyi doğru görebiliyorsa o zaman Tanrı’ya da doğru şekli verecektir. Kuşkusuz...
Bu benim ilk yola çıktığım yerdeki fikrimle de uyumluydu.
Bana öğretilen Tanrı’ya, o şekliyle yaklaşamıyordum. Bu belki de verilen değerlerin benimle uyumlu olmadığı anlamı da taşıyordu. Ruhuma ters gelen şekliyle ilişki kuramıyordum. Oysa bu şekilde de tanımlamak, belki de Tanrı’ya ulaşmak mümkündü. Çünkü Tanrı, ne şekilde gelirsen gel seni o şekilde karşılarım, diyordu.
Bugün içimi dolduran huzur benim Tanrı’dan aldığım ilhamın eseri. İçimde fark ettiğim ışığın Tanrı’dan kaynaklandığını biliyorum. Bu aslında yeniden Ev’e dönüş demek. Bunca yorgunluktan sonra, aradığım şeyi, ilk yola çıktığım yerde buluyorum. Bilmek beni özgürleştiriyor.
Uzay Gökerman
0 Comments:
Post a Comment
<< Home