Sunday, September 17, 2006

Retreat
















Bazı kelimeler vardır; bunların Türkçe karşılıklarını bulmak ya da kullanmak yerine onunla düşünmek, algılamak ya da konuşmak çok daha anlamlıdır; kolaydır. Tamamen öznel bir değerlendirme yapıyorum. Paragrafın başına “bence” diye de ekleyebilirim. Retreat, beş sene önce hayatıma girdikten sonra böyle bir şeye dönüştü. İngilizce anlamını bilmediğim gibi, Sanskritçe’den gelmiş olduğunu sanıyordum.

Şimdi biliyorum... Ama bir kere daha tekrar edelim; üzerinde düşünelim.

İnternette kullandığım İngilizce sözlük Zargan, “retreat” kelimesinin karşısına;

“Geri adım atmak, geri çekme/çekilme, inziva köşesi, sığınak, şifa yurdu, tenha yer, uzaklaşmak...” gibi anlamlar sıralıyor.

Şimdi burada duracağız...



***

Modern yaşamın hepimizin üzerinde nasıl etkiler bıraktığını artık ezbere biliyoruz.
Trafikte çıldırmış insanlar görüntüsü; daha önce birbirini görmemiş iki insan, nereden kaynaklandığı bilinmeyen bir nefretle iki ezeli düşmana dönüşebiliyor. Bir başka sahne; köprüden kendini aşağı sarkıtmış bir adam, elinde tuttuğu silahla etrafını tehdit ediyor. İntihar hayata karşı yapılmış en büyük eylemdir; ama bu başka bir şey.

Saat 17:45... Mesainin bitmesine on beş dakika kalmış. Bir telefon çalıyor. İki yıl önce satmış olduğu “paslanmaz” tankın “paslanmış” olmasından dolayı kendisini sürekli arayan; yapmış olduğu taahhütten ötürü işverenine karşı zor duruma düşmüş müşterisine karşı altı aydır çözüm üretemeyip, giderek de bu sorunun içinde boğulmaya başlayan servis müdürü telefonu açıyor. Bir kaç dakika sonra konuşmanın seyri değişiyor; servis müdürü daha önce hiç kullanmadığı cümlelerle, karşısındaki ile arasındaki bütün köprüleri atıyor. Telefonu kapattığında, yapmış olduğu şeye kendisi de inanamıyor...

Örnekleri isteyen istediği gibi çoğaltabilir; bu anlamda hepimizin arşivi yeterince kalabalık...
Çıldırmanın sınırlarında dolaşıyoruz, hep beraber. “Yabancılaşma” terimini de kullanabiliriz. Etrafımızı saran dünyaya ve “öz” varoluş nedenimize karşı. Demek ki, içimizde bir yerlerde çok ciddi tahribat var ve farkına varmazsak, sonu hiç de iyi olmayacak bir sürecin içinde kendimizi daha önce hayal bile etmediğimiz bir yerde bulmamız mümkün. “Farkına varmazsak,” diyorum çünkü, “farkındalık” bize yeni bir dünyanın kapılarını açabilir; az önce çıldırmış olan servis müdürü, bu kez müşterisinden özür dilemek üzere kendisi telefona sarılabilir.

İşte bu, bir an kalınan sessizliğin içinde fark edilen bir aydınlanma.

Çağımız egonun ön plana çıktığı bir gösteriye dönüştüğü için, “geri adım atmak, geri çekilmek” en zor şeydir.

Kalabalık bizi yıpratmış, ilişkiler yormuş, disiplinsiz gürültü sinirlerimiz germiş; daha fazla çalışmak için tahammülümüz kalmamıştır.

Uzaklaşmak istiyorum, bu gösteriden yoruldum artık; oynamaktan, sıramı beklemekten, sorunlarla uğraşmaktan...

Yanlış giden bir şeyler olduğunu sezinlemekle birlikte adı koyulamayan, farkına varılamayan ve “ben kimim?” sorusunu sormaya kadar giden bir sürecin içinde yeni bir yolun hemen başında durmak.

“Neler oluyor? Neden bu kadar mutsuz ve umutsuzum?”

Kendimizi ilişkilerin içinde tavır alış şeklimize göre tanımlıyorduk. Bir takım tutuyor, belli bir ideolojiye inanıyorduk. Bir cinsiyetimiz vardı, örneğin erkek! Erkekliğimizi ifade ediş biçimimiz, karşı cinsle olan ilişkimiz “ben kimim” sorusunun yeni bir cevabı olabilirdi. Sonra mesleğimiz, dahası kariyerimiz de başka bir yanıt. Bunların hepsini biz yaşarken cevapladık durduk, üstelik gündelik hayatın içinde, herhangi bir topluluğa, cemiyete girdiğimizde, kendimizi tanıtırken, yukarıda saydığımız şeyler aklımıza ilk gelenler oluyordu.

Ama içimizde kopan fırtınaların, çelişkilerin nedenini hiç bir zaman tam olarak ifade edemedik. En azından benim için böyle bir süreç yaşandı. Çevremi saran her şeye karşı duyduğum merak; “neden, nasıl, niçin, ne zaman?” sorularını peşi sıra sormama da yol açıyordu. Her sorunun bir görünen, bir de görünmeyen; farkında olmadığımız cevapları vardı. Biz hep maddi yanıtlar, pozitif açıklamalarla hayatı tanımlamayı öğrenmiştik. Bunun ötesindeki her şey irrasyonel, akıldışıydı.

Ruhsal kimliğimiz her zaman onu dengede tutmaya çalıştığımız rasyonellik ve dengeli düşünme üzerine kurulmuştu; ama mutsuzduk. Üstelik her gün biribirini yadsıyan, çelişen bilimsel açıklamaların içinde de boğulma tehlikesi geçiriyorduk. Herkes hemen her şeyi aynı şekilde biliyor, açıklıyordu; sorunlar bir türlü çözülemiyordu.

Örneğin; hayat nasılsa bir “tesadüf” eseri oluvermişti. Yaşamamız bir tesadüftü; biriyle karşılaşmamız, onun bizi üzmesi, sevmemiz; aşık olmamız da...

Bu tesadüfler bizi rahatsız ediyordu. Başka bir şey olmalıydı.

Oturup, sakin bir kafa ile düşüneyim, diye odamıza çekildiğimizde, hayatla bağlantımız kesiliyor, daha da mutsuzlaşıyorduk. “Tek kalmak,” onarılmaz yaralar açıyordu.

Soru hâlâ cevaplanamamıştı, ben kimim?

İşte o sihirli cevap:

Ben, aynı zamanda bir ruhum!

O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Daha önceleri bedenimizin tamamen örttüğü, görmemizi engellediği, kirliliğin ve düzensizliğin gizlediği ruhumuzu ilk kez fark edeceğiz:

“Amazon Ormanlarının içinde kaybolmuştum ve nerede yaşadığımın farkında bile değildim. Bunun için ağaçların birine çıkıp, yukarıdan her şeye bakarak, neler olup bittiğini sorma ihtiyacı da hissetmiyordum, sanki. Ta ki, işte o güne kadar. En büyük, en geniş, en köklü “Ağaç” gövdesini bana açmıştı. Yukarı doğru tırmanmaya başladım. Tırmanma sürecimde, ağacı ağaç yapan gerçekleri de görüyordum. Dalları, gövdesinin biçimlenişi... En tepeye vardığımda gökyüzündeki yıldızlar bana göz kırpıyordu sanki. Sabah olduğunda, her taraf aydınlandığında o geniş yeşilliğin güzelliğiyle etrafımda olup biteni daha iyi anlayabiliyordum.”



***

Başladığımız yere tekrar geri dönmemiz gerekirse...

Dışımızda olup biten, maddi yaşamın bütün etkilerinden uzaklaşmamız için bizi zorlayan sessizliğin dinginliğine ihtiyaç duyarız. Sessizlik, ruhumuzla yapmış olduğumuz bir buluşmadır; ve bu buluşma sırasında etrafı taş bağlamış içselliğimizin derinliklerinde kaybetmiş ya da unutmuş olduğumuz hazineyi tekrar bulma şansı elde ederiz.

Bunun tek başına kalmak değil; “paylaşılamaz” yalnızlığın zenginleştirici enerjisini toplamak olduğunu da keşfederiz.

Baharın yenileyici başlangıcının sonrasında gelen yaz bize sanki bu mesajı verir. Burası, denizin kıyıya dokunduğu küçük bir sahil kasabası olabileceği gibi, iğne yapraklı çam ağaçlarının doldurduğu ormanın içinde, dağlardan aşağı süzülerek gelen kaynağın hemen kenarına kondurulmuş küçük bir evdir.

Mutlak suretle güneşin doğuşuna ve batışına eşlik eder.

“Ben bir ruhum,” dedikten sonra içsel bir yolculuk başlayacaktır. Peki, yolculuk nereye?
Kendi ruhumuzdan, Tanrı’ya doğru bir hac yoludur bu.

İşte retreat dediğimiz, o geri çekilme; farkındalığın güçlendirilmesi, kaynak olan Işık’ın daha güçlü görünmesini sağlayacak; bağlantıyı güçlendirecektir.

Retreat, sessizliktir; ruhsal bir doğumdur.
Retreat, sessizliktir; coşkulu bir kutlama ve birlik olma anıdır.
Retreat, sessizliktir; herşeyi kolaylaştıran içsel mutluluğun anahtarıdır.
Retreat, sessizliktir; sevgidir ve saflıktır.
Retreat, sessizliktir; “yüreğimizi sakinleştirir.”
Retreat, sessizliktir; farkındalıktan kaynaklanan güçlü olma durumudur.
Retreat, sessizliktir; deneyimdir.
Retreat, sessizliktir; hac yolunda bir dinlenme yeridir.
Retreat, sessizliktir; “mutluluk ve huzur titreşimleriyle, başkalarına da mutluluğun ve rahatın deneyimini verecek” bir kaynaktır.
Retreat, sessizliktir; “Işıklı bir hayata doğru hareketle, bir işaret bırakmadan yüreklere dokunuştur.”

Ve, “Mutluluk saf bir zihni gölge gibi izler;” mutlu ve huzurlu kalın.


Uzay Gökerman

Yazının Orjinali için İndigo Dergisi'ni ziyaret ediniz...

0 Comments:

Post a Comment

<< Home